Prestij Eserlerimiz

Gelenekten Geleceğe

Ülkemizin tarihi ve kültürü açısından önem teşkil eden mekanlarda çalışmalarını sürdüren Gürsoy Grup, vakfımızın koordinesinde prestij yayınlarıyla kültür ve sanat dünyasına hizmet etmektedir.

Piyale Paşa Camii

Kastamonu ve İstanbul’da müderrislik yapmış, Diyarbekir, Manisa ve Belgrad kadılıklarında bulunmuş Kadı Nasrullah (b. Ya‘kūb) tarafından yaptırılmıştır. Kapının sağındaki ta‘lik hatla yazılmış on üç beyitlik ikinci kitâbeye göre yapıyı, Viyana elçiliğinin ardından reîsülküttaplığa getirilen Hacı Mustafa Efendi ikinci görev döneminin sonlarında 1159’da (1746) genişletmiş, bu sırada bir medrese ve kütüphane yaptırılmıştır.

Türbenin bulunduğu alanı çeviren duvarın cami yönündeki cephesinde yer alan Sâî Mustafa Çelebi’nin manzum kitâbesi şu mısra ile son bulmaktadır: “Geçti bu demde cihandan pîr-i mi‘mâran Sinan.” Türbe taş mezar sandukasına uygun dikdörtgen bir alanın kısa tarafında tek, uzun tarafında iki açıklıklı bir bahçe kameriyesi görünüşündedir. Örme taş desteklere oturan kemerler üzerinde kabri örten çatı dört yöne eğimlidir. Külliyenin bânisi Kanûnî Sultan Süleyman, Hürrem Sultan türbelerinden başka mimarın da türbesini içine alan böyle bir uygulamanın benzerine rastlanmaz.

İstanbul'un Nesilleri

İstanbul sesleniyor, duyuyor musunuz? İstanbul “Ben yürüdüğünüz sokaklarım, göğe yükselen kubbelerimle, ama en mühimi geçmişim ve geleceğimle varım” diyor. O, üstatların elyazmalarına nakşettiği kadim diyar olduğu kadar yüzlerce yıl sonrasında da dünyanın incisi olacağını biliyor. Ve ekliyor: “Bilirsiniz, bana sahip çıktığınız kadar ben de nesillerinize sahip çıkarım.”

Nakş-ı İstanbul: Ortaköy Büyük Mecidiye Camii

Yrd. Doç. Dr. Turgut SUBAŞI “Sultan Abdülmecid’in Hayati ve Hükümdarlığı” başlıklı makalesinde Sultan Abdülmecid’in doğumu, yetişmesi, eğitimi, şahsiyeti ve hükümdarlığı konusunda doyurucu bir girişten sonra onun dönemindeki en önemli gelişmeleri -Tanzimat Fermam, Kuleli Vak’ası, Mısır Meselesi, Boğazlar Meselesi, Lübnan Meselesi, Eflak ve Boğdan Meselesi, Macar Mültecileri Meselesi, Kırım Savaşı, Sırbistan Olayları, Cidde Olayları vb- büyük bir vukûfiyetle kaleme almıştır.

“İstanbul’da 19. Yüzyıl Abdülmecid Camileri” adlı yüksek lisans tezi ile çalışmalarına başlayıp bu konuda ülkemizin en değerli uzmanlarından biri olan Yrd. Doç. Dr. Gözde ÇELİK Hocamız; “Sultan Abdülmecid’in İstanbul’da Yaptırdığı Camiiler” başlıklı yazısında, Sultan Abdülmecid döneminde İstanbul’da İnşa edilen Tıbbiye, Küçük Mecidiye, Hırka-i Şerif, Büyük Mecidiye (Ortaköy), Bezm-i Alem Valide Sultan (Dolmabahçe) ve Teşvikiye camilerinin yapılışları, mimarları, mimari tarzları ve daha önce İnşa edilmiş olan İstanbul camilerinden mimari açıdan farklı olan özellikleri üzerinde durmaktadır.

Çok değerli hattatlarımızdan Yrd. Doç. Dr. Ali Rıza ÖZCAN Bey ise çalışmamıza çok özel bir konu ile katılmıştır: “Sultan Abdülmecid ve Hat Sanatı”. Hat Sanatı, Osmanlı Sarayında şehzadelerin eğitiminde hat sanatının önemi, Sultan Abdülmecid dönemi hat sanatı ve donemin meşhur hattatları olan Mehmed Tahir Efendi, Kadıasker Mustafa izzet Efendi, Yesarizâde Mustafa izzet Efendi ve Abdiilfettah Efendi hakkında çok faydalı bilgiler verilmiştir. Ali Rıza OZCAN Bey tarafından verilen bilgiye göre kendisi de çok önemli bir hattat olan Sultan Abdülmecid, babasının takip ettiği Mustafa Râkım vadisinde yürümemiş, hat tarihiyle uğraşanların “Onun celi yazılarında bir kütlük, bir huşunet ve adeta tabiatındaki mevcut gurur ve azamet görülmektedir. Aynı zamanda yazılarında garip bir yalnızlık ve bu yalnızlığın vahşi bir atmosferi sezilir” ifadeleriyle anlattıkları Mahmud Celâleddin Efendi’nin takipçisi olarak farklı bir yol izlemişti.

Bir Asırlık Geçmiş İstanbul Üniversitesi'nde Jeoloji 1915-2015

Ülkemizin en köklü ve en teşkilatlı üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi bu özelliği nedeniyle birçok bilim dalı için öncü konumundadır. Bu anlamda öncülük sadece ilk olma anlamına gelmemektedir. Türkiye’de üniversite eğitimi ve araştırmalarına yapılan üstün katkılar ve yetiştirilen binlerce mezununun ülkemizin her alandaki çeşitli sorunlarının çözümü için yaptıkları önemli çalışmalar, toplumun refahına yapılan katkılar ve hizmetler, bugün gelinen noktada İstanbul Üniversitesi’nin payının ne kadar büyük ve yadsınamaz olduğunun açık göstergeleridir.

100. Yılını idrak eden Üniversitemiz Mühendislik Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümümüz, yukarıda da bahsedilen öncü olma rolünün en güzide örneklerinden biridir. 1915 yılında İstanbul Darülfünunu bünyesinde kurulan Arziyat Darü’l-mesaisi’nde (Jeoloji Enstitüsü), 1915-1916 Ders Döneminden başlayarak Türkiye’deki ilk sistemli ve sürekli jeoloji eğitimi başlatılmıştır. Buna paralel olarak Çanakkale Bölgesinde kömür aramalarına yönelik ilk araştırma çalışmaları da yapılmış ve ilk özgün yayın daha 1916 yılında İstanbul Darülfünunu Fünun Fakültesi Mecmuasında yayınlanmıştır.
Ülkemizdeki sistematik ve kurumsal jeoloji eğitimi ve araştırmalarının başlangıcı olan 1915 yılı, Birinci Dünya Savaşının çok zor koşulları altında birçok alanda sorunların yaşandığı bir dönem olmasına rağmen, yüksek öğretim alanında reform gerçekleştirmek için kararlı bir tutumun sergilenmiş olması çok dikkat çekici ve takdire değer bir yaklaşımdır.
1915 yılından başlayarak jeoloji eğitimi ve araştırmaları 100 yıldır kesintisiz bir şekilde sürdürülmektedir. Bu yüzyıl sırasında İstanbul Üniversitesi’nden yetişen binlerce jeolog ve jeoloji mühendisi; ülkemizin ihtiyacı olan petrol, doğalgaz, kömür, yapı malzemeleri, endüstriyel hammaddeler, çeşitli madenler, su gibi yeraltı ve yerüstü kaynakların aranması, rezervlerinin saptanması, kullanıma sunulması; deprem, su baskını, yer kayması vb. doğal afet zararlarının en aza indirilmesi ve doğaya yapılacak her türlü müdahale sırasında sürdürülebilirliğin gözetilerek çevrenin korunması; ayrıca baraj, tünel, karayolu, köprü, kanal, vb. büyük yapıların oturtulacağı kaya ve zemin ortamlarının özelliklerinin saptanarak, yapıların bunlara uygun olarak projelendirilmesi ve inşaat sırasında ve sonrasında bu ortamların davranışlarını incelemeyi sürdürerek gerekli çalışmaların yapılması için çoğunlukla zor arazi koşullarında özverili çalışmalarını sürdürmüşler ve buna halen devam etmektedirler. İstanbul Üniversitesinde Jeoloji Bölümü, 1940’lardan başlayarak yetiştirdiği ve birçok üniversitede çalışma imkanı bulan doktoralı mezunları vasıtasıyla da ülkemizdeki jeoloji eğitimi ve araştırmalarına çok önemli katkılarda bulunmuştur. Günümüzde Jeoloji Mühendisliği Bölümü jeolojinin tüm dallarında uzmanlaşmış 30 Öğretim Üyesi,
16 Araştırma Görevlisi ve diğer teknik elemanlardan oluşan 46 kişilik kadrosuyla eğitim ve araştırmalarına katkılarını sürdürmeye devam etmektedirler.
Üniversitemiz Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nün 100. Yılını can-ı gönülden kutlar, bilimsel alana ve ülkemiz doğal kaynaklarının topluma kazandırılmasına desteklerinin devamını dilerim.

Meşk-i İstanbul: Yenikapı Mevlevihanesi

Eser sekiz makale bir albümden oluşmaktadır. Birinci makale Prof. Dr. M. Baha Tanman tarafından “Mevlevihanenin Tarihçesi” adını taşımaktadır. Tanman bu yazısında Mevlevihane’nin kurulmasından başlayarak Mevlevihane’nin geçirmiş olduğu evrelere hakkında bilgi vermektedir. Aynı zamanda Sultanların Mevlevihane’yle ilişkileri ve Mevlevihane’nin postnişinlerini anlatmaktadır.

İkinci makale Ruhi Ayangil’in “Yenikapı Mevlevihanesi’nden Yetişen Musikişinaslar” adını taşımaktadır. Yazar bu makalesinde musiki tarihimizde Mevlevihanelerin yeri ve önemi, Yenikapı Mevlevihanesi’nin musiki tarihimiz bakımından önemi ve Yenikapı Mevlevihanesi’nde yetişmiş ve bu dergâha hizmet etmiş musikişinasların hayatlarını özlü bir biçimde anlatmıştır.

Üçüncü makale yine konunun uzman hocalarından M. Baha Tanman tarafından “Mevlevihane’nin Konumu, Yerleşim Düzeni ve Mimari Özellikleri” adı altında kaleme almıştır. Yazar bu makalesinde Mevlevi konumunu, mimari ve süslemelerini, Mevlevihane’nin bölümlerini ve geçirmiş olduğu evreleri özlü bir şekilde kaleme almıştır.

Dördüncü makale Prof. Dr. Afife Batur tarafından “Selamlık Bölümünün I. Ulusal Mimarlık Kapsamında Değerlendirilmesi” adlı makalesiyle katkıda bulunmuştur. Yazar bu makalesinde Selamlık bölümü hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra 1906 senesinde Mevlevihane’nin geçirmiş olduğu yangın ve yangın sonrasındaki yenileşme faaliyetlerini ele almıştır. Mimar Kemaleddin bey tarafından yapılan yeni selamlık binası, şeyh dairesi, matbah-ı şerif, mescit, avlu ve hücrelerin düzeneği ve şadırvan bölümlerini tatlı bir üslup ile kaleme almıştır.

Beşinci makale Yrd. Doç. Dr. Ruhi Özcan tarafından “Kitabe ve Hatlar” başlığıyla kalem alınmıştır. Sayın Özcan bu makalesinde Mevlevihane’de bulunan hatların kimin tarafından ne zaman yazıldığı/hakkedildiği, hat yazılarının günümüz Türkçesi ile okunuşları, yazıların önemi, hatların nevilerini özlü bir biçimde kaleme almıştır.

Altıncı makale ise Yrd. Doç. Dr. A. Sacit Açıkgözoğlu tarafından “Yenikapı Mevlevihanesi Haziresi” başlığı altında kalem alınmıştır. Yazar makalesinde hazirenin önemi, hazirenin bölümleri, hazirede medfun bulunan bazı şahsiyetleri mezarlarının süslemeleri hakkında bilgiler vermektedir.

Yedinci makale Yrd. Doç. Dr. Kaya Üçer tarafından “Kalemişleri ve Restorasyonu” adı altında Mevlevihane’de yapılan restorasyon çalışmasındaki kelem işleri ve bezemelerin özelliklerini ve güzelliklerini gözlerimizin önüne sermektedir.

Eserin son makalesi Sayın Nilgün Olgun tarafından “Restorasyon Süreci 2005-2010” başlıklı makalesidir. Bu makale eserin en önemli kısmını teşkil etmektedir. Yazar restorasyon sürecinde Mevlevihane’nin durumunu, yapının bölümlerindeki hasaları ve bunlara yapılan müdahaleleri ayrıntılı bir şekilde kaleme almıştır.

Eser Nasır Abdülbaki Baykara Arşivi’nden Mevlevihane’nin son şeyhi Abdülbaki [Baykara] Dede’nin albümünden fotoğraflara son bulmaktadır.

Eser-i Hümayun: Beşiktaş Ertuğrul Camii - Şazeli Tekkesi

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil Hocamız tarafından kaleme alman “Ertuğrul Gazi” başlıklı ilk makalede; Ertuğrul Gazinin, bir başka ifade ile Osmanlı’nın kimliği, Anadolu’ya gelişleri ve yurt tutmaları, Ertuğrul Gazi’nin şahsiyeti, gazaları ve Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’yi hangi ruh ve duygu ikliminde yetiştirdiği ana kaynaklar kullanılarak anlatılmaktadır.

Dr. Ahmet Uçar tarafından kaleme alınan, “Sultan II. Abdülhamid, Tarihî Şahsiyeti, Eğitim ve İttihad-ı İslâm Konusundaki Politikaları” başlıklı makalede makalede; önce Sultan II. Abdülhamid’in şahsiyeti, özellikle de yaşadığı dönemin şartları, Yıldız Sarayı, neden oraya taşındığı, Sultanın şahsi özellikleri üzerinde durulmaktadır. Daha çok Osmanlı Arşiv kaynakları kullanılarak Sultan II. Abdülhamid’in takip ettiği eğitim politikası ile Osmanlı’nın modernleşmesine katkıları anlatıldıktan sonra; onun izlediği “İttihad-ı İslâm” politikası, tanımı, temeli ve tesirleri ile kısaca aktarılmaktadır.

Kitapta yer alan “Sultan II. Abdülhamid Devri İstanbul’unda İmar ve Restorasyon Faaliyetlerine Genel Bir Bakış” başlıklı makale Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin değerli uzmanlarından, genç ilim adamlarımızdan Mimar Sinan Güzel Sanatlar üniversitesi Doktora öğrencisi Kasım Hızlı tarafından kaleme alınmıştır. Makalede; Sultan II. Abdülhamid’in İstanbul’un imar ve restorasyonunu bir “imaj ve prestij” meselesi olarak görüp; deprem ve büyük yangınlarla yara alan İstanbul’un yaralarını sarmak için canla başla nasıl çalıştığının, şehri Batılı uzmanlardan aldığı yardımlarla tarihi ve manevi miras olan gerçek kimliğine zarar vermeden nasıl modernleştirmeye çalıştığının ipuçlarını yakalamaktayız.

Tekirdağ Namık Kemal üniversitesi ilahiyat Fakültesinden Yard. Doç. Dr. Fatih Köse Hocamız; “İstanbul’da Şâzelî Tekkeleri” adlı önemli makalesinde; kısaca Kuzey Afrika kökenli Şâzelî Tarikatını ve kurucusunu tanıttıktan sonra Osmanlı arşiv belgelerine göre İstanbul’da Şâzelî Tarikatına bağlı olarak tesis edilen üç tekkenin, -Eyüp Alibeyköy, Unkapanı ve Beşiktaş Ertuğrul tekkelerinin- tarihi hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Bu bilgilerden Şâzelî Tarikatının İstanbul’daki tarihinin I793’e kadar uzandığını, bu tarihten sonra da Osmanlı sultanlarının kendileri yanında eş ve çocuklarının bina yapımı, yiyecek, atiyye, kütüphane yapımı vb. konularda bu tekkelere yardım ettiklerini, bu tekkeleri birer maneviyat merkezi ve terbiye ocağı olarak gördüklerini öğreniyoruz. Özellikle Sultan II. Abdülhamid’in sultanlığına kadar yaşayan babaannesi Pertevniyal Valide Sultanin Unkapanı Şâzelî Tekkesine olan ilgi ve yardımı; onun tarafından çok sevilen ve eşyaları miras olarak bırakılan Sultan II. Abdülhamid’in Şâzelîlere olan ilgisinin de kaynağını ortaya koymaktadır.

Siirt Üniversitesi’nde İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü Başkanı olarak İlmî hizmetlerine -genç ilim adamlarımıza örneklik yaparak – devam eden Prof. Dr. ihsan Süreyya Sırma Hocamız; “Fransa’nın Kuzey Afrika’daki Sömürgeciliğine Karşı Sultan II. Abdülhamid’in Pan-İslâmist Faaliyetlerine Ait Birkaç Vesika” başlıklı makalesinde; yıllarca çalıştığı Fransız arşivlerine dayanarak Sultan Abdülhamid’in İslâm Birliği siyasetinde muvaffak olabilmek İçin tarikat şeyhlerinden nasıl istifade ettiğini, bilhassa Şâzelîye- Medeniye Şeyhi Muhammed Zâfir Efendinin bu konularda Fransız diplomatları tedirgin eden faaliyetlerini anlatmaktadır.

Afyon Kocatepe üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden, -daha çok Osmanlı’nın İslâmî yapılara yardım faaliyetleri ve vakıflar konusundaki ile tanıdığımız- Prof. Dr. Mustafa Güler Hocamız; “Sultan II. Abdülhamid’in Şâzelî Tekkesi ve Ertuğrul Camii’ne Yardımları” başlıklı makalesinde Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi vesikaları ile Sultanın hayrat hususundaki siyaset ve anlayışının bir parçası; bir başka ifade ile Sultanın İslâm dünyasına yönelik politikalarının bir göstergesi olarak Ertuğrul Camii ve Şeyh Zâfir Tekkesi, bir külliye olarak inşa edilen bu yapıların vakfiyesi, Tekke Şeyhi Muhammed Zâfir ve ailesine yapılan yardımlar ile bunun dinî ve siyasî sebeplerini ele almaktadır.

Yeditepe Üniversitesi Mimarlık Fakültesi İç Mimarlık Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Gözde Çelik Hocamız “Ertuğrul Tekke Camii ve Şeyh Zâfir Külliyesi” adlı makalesinde, külliyenin tarihçesi, yerleşimi, mimari programı, özellikle de plan kurgusu ve iç mekân düzenlemesi üzerinde durmuştur. Cami-Tevhidhane, Hünkâr Dairesi, Selamlık, Harem Dairesi, Misafirhane, Türbe, Kitaplık ve Çeşme bölümlerinden oluşan külliyenin ana bölümlerinin mekân ve mimari açıdan bizlere rehberlik yapacak bir değerlendirmesini yapmıştır.

Cami ve Tekke ile doğrudan ilgili bir başka yazı da ömrünü tarikat ehline ait bu tür mimari yapıları incelemekle geçiren, doktorasını da İstanbul Tekkeleri üzerine yapan, bu konuda kültürümüze çok büyük ve kalıcı katkıları olan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk ve İslâm Sanatı Kürsüsü’nden Mimar ve Sanat Tarihi Uzmanı, Prof. Dr. M. Baha Tanman Hocamıza ait. “Ertuğrul Cami – Tekkesi ile Müştemilâtının Yerleşim Düzeni ve Mimarisi” başlıklı makalede, Osmanlı hanedanının ceddi Ertuğrul Gazi’nin hâtırasını canlandırmak için yapılan bu Cami ve Tekkenin ana manzumesi, yapılan ilaveler ve Cumhuriyet döneminde 1969-1973 yıllan arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan tamirattan söz edilmiştir. Özellikle yapının vaziyet planı, ana bina ve bölümleri, Şeyh Zâfir Türbesi ve diğer bölümler üzerinde önemli ve bilinmesi gereken temel bilgiler ayrıntılı bir değerlendirme ile dikkatlere sunulmuştur.

Çalışmamızın son bölümüne Gürsoy Grup tarafından Ertuğrul Camii ve Şâzelî Tekkesinde yapılan restorasyonun ayrıntılı bir çalışması eklenmiştir. Böylece hem sanat tarihçileri, hem mimarlar, hem tarihçiler, hem de konuya ilgi duyan diğer ilim insanları ve halkımız Ertuğrul Camii ve Şâzelî Tekkesi’nde nelerin, nasıl yapıldığı ve yenilendiği konusunda bilgi sahibi olacaktır.

Restorasyon Uzmanı Yüksek Mimar Nilgün Olgun’a, Yüksek Mimar Utku Yücel’e ve Mimar Serap Koçak bu “Ertuğrul Tekkesi Restorasyonu” isimli makaleleriyle konuyu etraflıca ele almışlardır.

Kastamonu Kadı Nasrullah Camii ve Külliyesi

Kastamonu ve İstanbul’da müderrislik yapmış, Diyarbekir, Manisa ve Belgrad kadılıklarında bulunmuş Kadı Nasrullah (b. Ya‘kūb) tarafından yaptırılmıştır. Kapının sağındaki ta‘lik hatla yazılmış on üç beyitlik ikinci kitâbeye göre yapıyı, Viyana elçiliğinin ardından reîsülküttaplığa getirilen Hacı Mustafa Efendi ikinci görev döneminin sonlarında 1159’da (1746) genişletmiş, bu sırada bir medrese ve kütüphane yaptırılmıştır.

Türbenin bulunduğu alanı çeviren duvarın cami yönündeki cephesinde yer alan Sâî Mustafa Çelebi’nin manzum kitâbesi şu mısra ile son bulmaktadır: “Geçti bu demde cihandan pîr-i mi‘mâran Sinan.” Türbe taş mezar sandukasına uygun dikdörtgen bir alanın kısa tarafında tek, uzun tarafında iki açıklıklı bir bahçe kameriyesi görünüşündedir. Örme taş desteklere oturan kemerler üzerinde kabri örten çatı dört yöne eğimlidir. Külliyenin bânisi Kanûnî Sultan Süleyman, Hürrem Sultan türbelerinden başka mimarın da türbesini içine alan böyle bir uygulamanın benzerine rastlanmaz.

Nişangah-ı İstanbul

Türklerde ok ve yay, güç ve hâkimiyeti simgelemektedir. Yay sabrın, ok ise itaatin sembolleridir. Selçuklu emiri Tülû Bey’in 1200’lü yıllarda yazdırdığı Hülasa fi İlm-i Remy adlı kitapta anlatılan ve Kavsnâme adlı Osmanlı okçuluk kitaplarında da aktarılan bir hikâyede okun tarihinin insanlığın tarihi ile başlatıldığını öğrenmekteyiz: “İlk oku yapan ve atan Hz. Âdem’dir (a.s). Hz. Allah, Hz. Âdem’i (a.s.) yaratıp Cennet’ten dünyaya gönderdiğinde ona tarım ve ziraat yapmayı öğretti, O da tarlalarını ekti, fakat tarlalarına kuşlar musallat olunca Hz. Allah’a şikâyette bulundu.

 Cenab-ı Hakk bizzat Cebrail Aleyhisselâm’ı gönderdi ve Hz. Cebrail, Âdem Aleyhisselam’a ok ve yay yapmayı ve atmayı öğretti.” İbrahim Hakkı Konyalı’nın Arap müelliflerden Nüveyrî’nin Nihâyetü’l- Ereb, Fi Fünûnu’l-Edep adlı risâlesinden aktardığına göre Türkler, Hz. Âdem’den (a.s.) sonra ilk defa ok yapıp, atan kimsenin İsfendiyar isimli bir Türk olduğuna inanmaktaydılar. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) fiili sünneti olan okçuluk Osmanlı asırlarında kemâl noktasına ulaşmıştır.
Bir başka ifade ile yaşanılan hayatla bütünleşmiş, sadece savaşı değil; hayatın bütününü kucaklamış bir ameliye hâline dönüşmüştü.
Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethetmesinin hemen akabinde, bu fetihte çok önemli katkıları olan okçular bölüğü için Okmeydanı semtinde Okçular Tekkesi kurulmuş, tekkenin ihtiyaçları için de vakıflar tesis edilmişti.
Mescid, hünkâr odası, konferans salonu, müze, kitaplık, idare bölümler, soyunma alanları, kafeterya, ok atış alanı, namazgâh gibi çeşitli yapı topluluklarından oluşan Okçular Tekkesi Projesi, Dr. Mimar Sinan Genim öncülüğünde ehil ve kabiliyetli bir ekip tarafından Gürsoy Grup tarafından yeniden ihya edilerek, 29 Mayıs 2013 tarihinde dönemin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın teşrifleriyle hizmete açılmıştır. Bu çalışmayı yâd etmek düşüncesi ile bu konuda gayret gösteren ilim adamlarımızın çalışmalarından oluşan Nişangâh-ı İstanbul adını verdiğimiz bu hatıra kitabını hazırladık.
Kitabımızdaki ilk yazı okçuluk konusunda doktora yapan genç bir bilim adamımıza, Hasan Şahintürk’e ait. Okçular Vakfı, Okçuluk Araştırmaları Enstitüsü’nde çalışmalarına devam eden Şahintürk, “Osmanlı Devri Okmeydanları ve İstanbul Okçular Tekkesi” üzerine konu ile ilgili Osmanlı arşiv vesikaları ve yazma eserlere dayalı olarak Osmanlı Okmeydanları ve okçuluk tekkelerinin genel bir değerlendirmesi yanında, özellikle Okmeydanı Tekkesi’nin ve meydanının tarihî serüvenini de anlatmaktadır.
İkinci yazı, ok ve okçuluk üzerine yaptığı ilmî çalışmalarla tanınan Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Üyesi Doç. Dr. Erkan Göksu hocamıza ait. Erkan Göksu “Okla Yükselen Millet: Türkler” adlı yazısında, Türk milletinin tarihin ilk dönemlerinden beri okla bütünleşen hayatını ve okun Türk’ün hayatının vazgeçilmezlerinden biri olduğunu anlatarak, bize oku “hâkimiyet ve güç” sembolü haline getiren Türk milletinin zengin tarihinden örnekler sunmaktadır.
Bu yazıyı tamamlayan ve okçuluğun Osmanlı safhasını anlatan “Osmanlı Devleti Klâsik Çağ Savaşlarında Okçuları” başlıklı yazı da Okçuluk Araştırmaları Enstitüsü’nde
Osmanlı okçuluk tarihi üzerine çalışan bir başka genç arkadaşımız Barış Can beye ait. Barış Can yazısında özellikle Osmanlı okçularının klasik dönemdeki büyük meydan savaşları ve kale kuşatmalarındaki rolleri ve savaşlarda “Turan” taktiği ile birlikte kullandıkları “Tir-i Bârân” adlı saldırı taktikleri hakkında çok dikkat çekici bilgiler vermektedir.
Dördüncü yazımız olan “Evliyâ Çelebi ve Okçuluk”, Türkiye’de Evliyâ Çelebi’den söz edildiği zaman ilk akla gelen isim olan Dr.
Seyit Ali Kahraman’a ait. Yıllarca Osmanlı arşivinde yöneticilik yapan, kütüphanelerden sayısız yazma ve matbu Osmanlıca eserler ile hemhâl olup, onlarca kitaba imza atan Seyit Ali bey, kendisinin neşrettiği 10 cilt, 20 kitaptan oluşan Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi’nden bu kitap için okçularla ilgili bilgileri bizlere aktararak, bu konuda çalışma yapmakta olan ilim adamlarımıza zengin bir malzeme sunmaktadır.
Kitabımızda yer alan “İstanbul’un Ünlü Okçularının Menzil (Nişan) Taşları” başlıklı yazı konunun bir başka değerli uzmanı
Uşak Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünde Türk-İslam Sanatı dersi veren Prof. Dr. Sedat Bayrakal hocamız kaleme almışlardır. Bayrakal, yazısında Okmeydanı’nın 7 mahallesine dağılmış bulunan 37 adet menzil taşını, kitabesinden şu anki durumuna varıncaya kadar tanıtmakta, bu konuda yapılan ve yapılmakta olanlar üzerinde durmaktadır. Ayrıca bu değerli araştırmada bu taşlara ok atmış ve adına menzil taşı dikilmiş Şeyh Hamdullah, Hacı Beşir Ağa, Tozkoparan
İskender gibi meşhur okçuların yanında Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmud gibi okçulukta rekor kırmış sürpriz isimlere de rastlamaktayız.
Divan Edebiyatımızı sadece gönüllerimize değil, gençlerimizin dimağlarına da taşımayı başaran ve onun edebiyat dünyamızda yeniden dirilişine öncülük edenlerden Prof. Dr. İskender Pala hocamız, sevgilinin can incitse de sabredilen ok gibi kirpiklerinden hareketle bize “asıl ustalığın oksuz ve yaysız da hedefe isabet ettirmek olduğunu” öğreten, “Kast Ediyor
Tîr-i Müjen Cânıma” başlıklı çok hoş bir yazı ile kitabımıza katkıda bulunmuştur.
Hocamız, bizi “Ölüme razı ama sevgiliden hâtıra olan bir ok temreninin kalbinden çıkmasına razı olmayan” hakiki âşıkların rehberliğinde Türk edebiyat bahçesinde çok hoş ve leziz bir seyahate çıkarmaktadır.
Okçular Vakfı Okçuluk Araştırmaları Enstitüsü Araştırma Görevlisi ve Proje Koordinatörü İrfan Akça hoca, “Osmanlı Okçuluğuna Dair Yazma Eser Literatürü” başlıklı yazısında zor bir işe girişerek, yıllarını verdiği Osmanlı okçuluk tarihine ait, Umdetü’l-Mütenâzilîn, Oknâme– Risâle-i Bahtiyarzâde, Kavsnâme, Risâle-i Kavsiyye Der-Beyân-ı Tirendezân, Kâviü’r-Remy, Kânunnâme-i Rumat, Tezkire-i Rumat, Okçuluk Sicil Defteri vb. 14 ayrı yazma eserin kütüphanelerde bulunan farklı nüshaları üzerine bu konuda çalışacaklara kaynak olabilecek bir çalışma ile kitabımıza katkıda bulunmuştur.
Çok ilginç bir başka yazı da okçuluk üzerine çalışan ve bu konuda doktora yapan Okçular Vakfı Okçuluk Araştırmaları Enstitüsü Araştırma Görevlisi genç ilim insanı Şükrü Seçkin Anık tarafından yazılan “Osmanlı Kompozit Yaylarının İmali ve Âmilleri” başlıklı makaledir.
Anık yazısında akçaağaç, manda boynuzu, aşil tendonu ve tutkal kullanarak yapılan çok birleşenli ve fonksiyonlu Osmanlı kompozit yayları hakkında çok ayrıntılı bilgiler vermekte ve değerlendirmeler yapmaktadır.
Kitabın netice kısmını oluşturan yazı ise
Okmeydanı Tekkesi ve külliyesi üzerinde en çok emeği geçenlerden birine, projenin yapımcı ve uygulayıcısı olan Dr. Mimar Sinan Genim beye aittir. Dr. Genim, “Okçular Tekkesi’nin
Hikâyesi” başlıklı yazısında tekkenin son dönem tarihini ve bu yapının başından geçen talihsizlikleri kısaca anlattıktan sonra bu eserin, Türk bürokrasisine bir dönem damga vurmuş
-ne yaptığını bile bilmeyen ya da tam tersi kasıtlı olarak böyle davranan- bir zihniyetin görünen ve görünmeyen engelleri nasıl aştığını ibretlik ve belgesel tadında bir yazı ile ortaya koymaktadır.

Mühr-i İstanbul Süleymaniye Camii

Millet olabilmek ancak tarih şuuru ile mümkündür. Milletleri medeniyetler inşasına götüren değer tarihlerinden aldıkları güçtür. Ancak tarihlerinden aldığı güçle özgüven kazananlar geleceği inşa edebilirler. Bu itibarla bir milletin hasımları da öncelikle o milletin tarih şuurunu yıkmak, yok etmek arzu ve hevesi geliştirirler. Tarihi şahsiyetlerini gözden düşürmenin yanı sıra, onların eserlerini de yok etmeye çalışırlar. Sonra da “onlardan bize ne kaldı?” diyerek asıl darbeyi indiririler.

Bu yüzden geleceğe sahip çıkmak için yüce milletimizin tarihini, asli değerlerini bilmek ve anlamak ile mümkündür.
İşte, Kanuni Sultan Süleyman devri, döneminin âlimleri, emirleri, şairleri, edipleri, imar eserleri ile dünya tarihinin medeniyet kuran en önemli dönemlerindendir. Kanuni Sultan Süleyman devrinin sadrazamları, siyasette dünyayı hayrette bırakan İbrahim Paşa, Rüstem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa; Şeyhülislamı ilim, ahlak ve fazilettin timsali Ebussuud Efendi; dünyayi tezyîn eden dâhi Mimarı Koca Sinan, Kaptan-ı deryası Barbaros Hayreddin Paşa, Şairi Baki ve Fuzulidir. Bunların bütünü ise daima bize ilham veren Osmanlı Medeniyeti’dir.

Osmanlı Devleti onun zamanında altın devrini yaşadı. Kültür ve sanat faaliyetleri zirveye çıktı.
Hayrat ve hasenat sahibi Kanunî, camiler, medreseler, imaretler, zaviyeler, kütüphaneler, darüşşifalar, hanlar, hamamlar ve çeşmelerle ülkesini mamur eyledi. Onun en muhteşem eseri, şüphesiz Mimar Sinan tarafından yapılan Süleymaniye külliyesidir ki; halk arasında şu sözler ile anılmaktadır:
“Süleymaniye’nin sahibi Süleyman, mimarı Sinan, hamuru imandır.” Zira bu medeniyet teşekkül etmemiş olsaydı, bu iki muhteşem insanın muhteşem bir mabette buluşması da mümkün olamazdı. Bu yüzden Kanuni, Sinansız, Sınan da Kanuni olmadan düşünülemez. Her ikisi de diğerinin sonucudur. Bu sonuç ise iman hamuru ile yoğrularak Süleymaniye’yi meydana getirmiştir.

Elinizdeki bu çalışma, Gürsoy Grup tarafından restorasyonu tamamlan Süleymaniye Camisini yeni nesillere tanıtmak amacı ile hazırlanmıştır. Eser Hasan Gürsoy’un teşviki ile yazıldı. Aslında literatürümüzde bu güne kadar Süleymaniye hakkında yazılanlar önemli bir yer tutmaktadır. Bu yüzden ilk bakışta bu eser bir tekrar gibi algılanabilir. Fakat gerek amaçları ve gerekse sonuçları itibarı ile bir tekrar olmayıp, bilakis bir kısım ilkleri de beraberinde getirmiştir. Süleymaniye Camii’ne yönelik hazırlamış olduğumuz bu kitaba katkı sağlayan, “Süleymâniye’nin Bânisi Kânûni ve Dönemi” yazısıyla Prof. Dr. Feridun Emecen’e, “Temelden Âleme Süleymaniye” yazısıyla Prof. Dr. Suphi Saatçi’ye, “Eser-i Cihan: Süleymaniye Camii” yazısıyla Prof. Dr. Ahmed

Kavas’a, “Bir Mescit Yapmak ile Bir Nice Kalp Yıkmaktan Kaçınmak: Süleymaniye Camii İnşaâtı” yazısıyla Hasan Şahintürk’e ve “Süleymaniye Camii Hatları: 2010 Restorasyonu”
yazısıyla Prof. Dr. Hüsrev Subaşı’na teşekkür ederiz.


Ayrıca Nilgün Olgun’un hazırlamış olduğu “Süleymaniye Camii’nin en kapsamlı Restorasyonu (2007-2010)” adlı yazı ile Süleymaniye
Camii’nin geçirmiş olduğu restorasyon sürecinin bütün evrelerini en güzel bir şekilde ele alarak okurlara restorasyon
süreci hakkında doyurucu bilgiler vermektedir.
Aslında bu bölüm, asırlardır iftihar ettiğimiz bu eserin daha sonraki nesillere aktarılması için gösterilen gayretin, verilen
emeğin hikayesidir. Ayrıca gelecekte yeniden
ihtiyaç duyulması halinde yapılacak muhtemel
restorasyonun da reçetesidir. Süleymaniye Camii’ne dair hazırlanan bu eser, 2007-2010 yılları arasında camiinin
geçirmiş olduğu restorasyon süreci vesilesi ile yazılmıştır. O dönem Başbakan olan, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından 16. 11. 2010 günü “bir bayram sabahı” vaktinde açılışı yapılmış ve üç yıl aradan sonra ziyaretçilerine yeniden kapılarını açmıştır.

Kitabın hazırlanma aşamasında pek çok araştırmacı, ilim adamı ve uzmandan yardımlar alındı. Dolayısıyla ortaya çıkan bu
eser isimleri burada zikredilmese de adeta Süleymaniye’nin ihtişamı karşısında bütün heyecan duyanların ortak bir çalışması olarak sizlere sunuldu.

 

Kanunî, Mimar Sinan ve Süleymaniye hakkında yazılacak daha pek çok şey olduğu inancımızı yenileyerek, bu mütevazi çalışma
ile onları yad ve ruhlarını bir kere daha şad etmek istiyoruz. Her çalışmada olduğu gibi bunda da kimi eksikliklerin olması kaçınılmazdır. Bunun da niyetimizin yüceliği hatırına mazur görülmesini temenni ediyoruz.